“Hayat bu: Bir bakarsın her şey bir anda son bulur. Hayat bu: Son dediğin an her şey yeniden can bulur.” Güzel söz.
Genelde, en çok karşılaştığımız sorulardan biri, ‘Bana biraz hayatınızdan bahseder misiniz?’ başlanır anlatılmaya! Şurada doğdum, filan okulda okudum, yüksek tahsilimi Ankara’da yaptım, gibi! Bir öz geçmişle tanıştığınız insanı, tanımaya çalışırsınız. Şu soruyu soran yok nedense?
“Bana hayatı anlatır mısınız?”
Hastalandığımdan beri, hayatla çok uğraşmaya başladım ve bir hayli o vesileyle yazı yazdım. Değerli bir muhterem hanımefendiyle sohbet ederken, “İnsan yaşadığı hastalığın etkisiyle ya çöküşe geçer, ya da iradesi güçlüdür, tırmanışa geçer. Eminim siz de, güçlüsünüz. Kısa zamanda hastalığı yeneceğine inanıyorum. Hayat böyle bir şey! Önüne bilmediğin şeyler çıkar. Bazen iyi bazen de kötü! Birine sevinir, onu kucaklayıp bağrınıza basarken; diğerini elinizin tersiyle lanetleyip iterseniz, hata edersiniz. İyiyi de, kötüyü de kabulleneceksin; ikisine de, hoş geldin diyebileceksin. Ben derim ki, hayatı ne tam ciddiye alacaksın; ne de hafife alacaksın. Hastalığınız vesilesiyle çok yazılar yazacağınıza inanıyorum.” dedi. ‘Haklısınız! İş ortamında, stresten öyle yazılar yazardım ki, ben bile bazen bu yazıyı ben mi yazdım diye kendime sorardım.’ Tabi ki, hastalık iş ortamındaki durumdan tamamen farklı! Allah, dert vermesin, verirse de dermanını da versin, diye dua ederiz. Oysa derdi veren Allah, kuluna zulüm etmek için mi, derdi verir.
Eyüp(a.s) Peygambere verdiği derdin yüzde birini bize verse ne yaparız acaba? O, nasıl sabrettiyse, öyle sabretmeliyiz. Yine hastalığıma döneceğim. Hastalığım vesilesiyle arkadaşlarım, dostlarım, akrabalarım geçmiş olsun dileklerinde bulunuyorlar. Çoğunluk, ‘Sen güçlüsün! Neleri atlatmadın ki! Bunu da atlatacağına inanıyorum.’ diyor. Tabi ki, bu sözler hoşuma gidiyor ve beni üstelik rahatlatıyor. Geçen genç biri aradı. ‘Abi, duydum ama o günden beri üzüldüğümden bir türlü arayamadım!’ dedi. ‘Niye ki?’ dedim. ‘Sana bu hastalığı yakıştıramadım!’ dedi. ‘Canım benim! Allah bu hastalığı bana yakıştırmış da, sen nasıl yakıştıramıyorsun? Hastalık, bir vesiledir. O bizim imtihanımızdır. Hastalık olmasa sabrı nasıl öğreneceğiz.’ dedim. Bunu beni arayıp geçmiş olsun diyen memleketten çok sevdiğim bir dostuma anlattığımda ‘Allah’ın yakıştırdığını sen nasıl yakıştıramıyorsun!’ demişti.
Az bir şey kanser gibi hastalıkla mücadele etmiş olanlar, duayı, şükrü ve sabrı bilirler. Bildiği gibi, kanser vakasıyla yeni tanışan birine olduğundan fazla moral verirler. ‘Bu da dert mi?’ diye başlayıp, annesinin veya babasının neler yaşadığını, 22 yıldır kemoterapi aldığını vs. sözlerle teselli ederler. O kadar ki, bu tavsiyeler, telkinler, sıcak ilgi ve alakalar bana derdimi unutturmuştur. Hastanelerde ne ağır dertlerle uğraşanlar var. Hastaneye gittiğim günlerden birindeydi, yine derinlere dalmışız, ‘Seninki de hastalık mı? En kolay tedavisi olan bir dert! Hastanede ne ağır hastalar var. Onların dertlerini dinlediğinde, gözyaşlarını tutamazsın! Annemde kanser hastası ve üstelik o kanser olduğunu duyduğu gün, hayata küstü! Derdime yanayım mı? ’ dedi. Annesinin derdini anlatırken, ağzından güzel bir söz döküldü. Hemen not aldım, dedi ki ‘Bir derdime baktım, bir de karşımdakinin derdine baktım, oturdum, derdimden utandım.’ Bu söz üzerine benimki de dert mi, dedim. Utandım! Bir arkadaşımla konuşurken, hasta olmama rağmen onun yaptığı beni sorma değil de, sanki kendi dertlerini anlatan bir rahatlık içinde konuşur ve konuşması saatlerce sürer.
Oysa ben birazcık bir şeyler anlatmaya kalksam sıkıldığını görürüm. Son konuşmamız da, ‘Her defasında bana kendi dertlerini anlatıp, anlatıp kalkıp gidiyorsun. Derdini dostuna götürme onunda senin derdinden fazla derdi vardır.’ dedim. Biraz bozuldu. Sanırım, hayatla bağı zayıf olduğundan bozuldu. Hayatı öğrenmeye çalışsa, başkalarına ihtiyaç duymadan hem kendi meselelerini çözer, hem de bozulmaz. Sonra bir dostunun dostça yaptığı tavsiyesini kabullenmeyi öğrenir. Başımıza gelen şeylerin hemen hepsi hayatı tam bilmediğimizden oluyor. Bilir göründüğümüzden ve birçok yaşanmış gerçeklerden yüzleşemediğimizdendir ki, hayat en umulmadık zamanda sillesini yüzümüze vuruyor. Gerçi, hangimiz hayatı zamanında tanımaya güç yetirebildik? Süre genişken ilgisizdik, süre sınırı geldi, ilgimiz arttı. Zaman bitti, bu defa da anlamaya ömrümüz yetmedi.
Başımıza gelenleri anladığımızda da, hem bize hem de sevenlerimize saç baş yoldurttu. Şu yorumu bir paylaşımda görünce hemen sarıldım. Saç dökülmüş nedir ki, yüreğin kan ağladığında hayatın sillesini yemişsin, demektir. O hâle gelmeden uyanalım, derim. “-Saçların dökülmüş” dedi bir dost. “-Yaa!” dedim gülümseyerek! “-Ahh be Can! Bir de yüreğimden dökülenleri görebilsen.” Gönlü yani yüreği yaralı birini gördüm mü, duydum mu, o oluyorum. Elimde değil! Birden değişiyorum. Gönül ortaya koyulmasın, yerimde duramıyorum. Gönüllüyüm ya, her şeye gönlümle yaklaşıyorum. Gönlümle selamlaşıyorum, gönlümle gidiyorum, aradığımı bulamadığımda da, gönülsüz gönülsüz oradan uzaklaşıyorum. Hayat gönüllü olmayı gerektiriyor. ‘Bana hayatı anlatır mısınız?’ deseniz, gönülden sarılmak, derim.
Saygılarımla…