“Bazen bitmek bilmeyen dertler yağmur olur üstüne yağar. Ama unutma ki, rengârenk gökkuşağı yağmurdan sonra çıkar.” Mustafa Süzen, ‘Türlü Çeşitli.’ BİR GÜN ANLAŞILIRIM BELKİ!
Toprağın sert, deniliyor. Dilin sivri, diyende var. Biri, hayatımın her alanında sen varsın, sana danışmadan adım atmamaya çalışıyorum, diyor. Gel gör ki, hayata geçirdiği o şeylerin sahibine o derece saygı göstermiyor. Söyleyişinde alay seziyorum.
Ben kendimi anlatamıyor muyum yoksa anlaşılmıyor muyum? Ne diyelim, bir gün anlaşılırım belki! Dert babasıyım dediğim o dostum geçenlerde beni ziyarete geldi. Çoktandır ne arıyor, ne de soruyordu. Hemen kurmaya başladım ve gelmeyişini çok basit sebeplere bağladım. Hatta birkaç sefer görünmediğiyle ilgili bazı şeyler söylediğimde, yakın arkadaşım ‘O aramıyorsa, sen ara…’ demişti. Haklıydı. Hep karşı taraftan bekleyen yanım, bu defa da kendisini ağıra satmaktan yanaydı. Canım hiç aramak istemiyordu. Kendi canıma düşmüştüm. Yorgun, halsiz, dengesiz hissediyordum kendimi. Aradığı an, içimden geçenleri olduğu gibi aktardım kendisine!
Hoşuna gitmişti, 1 saat sonra bir daha aradı ve bu akşam çorbayı yaptırıyorum, size geliyoruz. Sevinmiştim. Kapımın her daim sonuna kadar açık olduğunu söylerim. O da, sen istersen kapıyı kapat veya kapıdan beni kovsan ben bacadan girerim, yine gelir seni görürüm, der. Son görüşmemizden sonra bir hayli zaman geçmişti. Bana derdinle gelme, demiştim diye o gün kızmış mıydı acaba? Çünkü ne arıyor, ne soruyordu. O, son görüştüğümüz gün Kemoterapi tedavisinden henüz yeni gelmiştim. Boynumda da, taşıdığım bir tüp vardı. Sıkıntı haddinden fazlaydı ve benim o gün konuşacak takatim yoktu. Yine de, onu dinledim. Ama bir yerde bazı yapması gereken şeyleri kendisine hatırlattım. Uyarırken, bazı yanlışlar yaptığımın da farkındayım. Söylememem gereken şeyleri söyledim ama ağır bir dille söyledim. Demezler mi, dost acı söyler, söylediğinde de doğru söyler. Ancak benim tabiatım gereği, söylerken kırıcı oluyorum. Kırıcı olduğumu nereden biliyorum derseniz, bazı bazı yaptığımdan, biliyorum. Dil de kemik yok, denilir ya, konuşuyorsun ve sonrasında da hem birini üzüyorsun, hem de sen üzülüyorsun.
Şu da bir gerçek ki, ne kadar kırsam da, kendimi de kırılmış sayıyorum. Kırıcı olduğumdan eminim ama kırılgan olduğumdan da eminim. Neden anlaşılmıyorum diye soruşum o yüzden! Bir defa da, bu da insan, bunun da bir derdi vardır, bu da hastadır, o kadar güzelliklerinin yanında bunu da görmesek, denilmez mi? Diyene rastlamadım. Ancak bu dostumu ne kadar kırsam da dayanamam ilk fırsatta onun gönlünü almaya çalışırım. Ya ben? Beni kim anlayacak ve benim gönlümü kim alacak? Bir gün anlaşılırım belki! O günü sabırla bekliyorum. Çoğu insanlar, öncelikle kendisinin derdiyle ilgilenilmesinden yanadır.
Sen hastaymışsın, kansermişsin, başın ağrıyormuş, o gün kavgalıymışsın; sen, hasta olamazsın, sen moral vermek zorundasın. Herkese karşı sağlıklı görünmek zorundasın. Kemoterapi aldığım zaman, 2-3 gün tüm düzenim alt üst oluyor. Hele ilk Kemoterapi de, hayatla neredeyse bağı kesmiştim. Beni o gün görenlerle, bugün görenler fark ediyor ama gel bu arkadaşa onu anlat. O, davulun sesinin uzaktan hoş geldiğini biliyor ve beni hep o hoş günlerimde ki hâlimle istiyor. Hiç kusur kabul etmiyor. Karşılıklı birbirimizi birkaç kez kırdığımız doğrudur. Ben ne zaman ona bir şey yapmışsam, o da intikam alırcasına canımı acıtmıştır. Yapacağını yapmıştır.
Buna rağmen o benden yine de vazgeçmemiştir. Bu yanını çok takdir ediyorum. Huyumu beğenmiyorum, biliyorum yanlış ama huyumdan da vazgeçmiyorum. Huysuz olduğum aşikâr! Her güzelin bir kusuru vardır ya, bu da benim kusurum. Bu kusur, eskiden de vardı ama bu hastalığımdan sonra daha da arttı. Hastalık huysuzluğumu tetikliyor sanki! Bazen, o küçük, onu idare etmem lazım, diyorum. Niye, küçük, büyüğü idare etse? Eskiden olsaydı, ben idare ederdim, hatta idareci olduğumdan dolayı benim yapmam gerektiğini savunurdum. Şimdi yoruldum. Hayatıma bir misafir girdi. Onu insanlardan daha çok idare etmem lazım! Onu hoş tutmam lazım! İdari bir hata da, göndereni kırmış olurum. O yüzden ben derim ki, bu tip al verleri, basit sürtüşmeleri, kavgaları bırakmalı!
Hani denilir ya: Hâlâ orda mısın? Takılmışım, gidiyorum. Bir hayli yol almışım, boş şeyler uğruna zaman harcamışım, hayatımı yaşamışım sandığım şeyde, meğer boşa vakit geçirmişim. Bari kalan ömründe geriye bakma! İleriye bak! Dünü unutmalı, yarına, yarınlara, geleceğe bakmalı. Neyle uğraşıyorum ya, şu yaşa gelmişim, hâlâ toparlamış, değilim. Ne güzel söylenmiş şu söz, ‘Senin yaptığın iyiliği unut, bir de sana yapılan kötülüğü unut!’ Bizler tam tersi hele biriyle kırgınsak ve bir zaman sonra yan yana gelmişsek, yaptığımız iyilikleri söylüyor, işi bir anda kötü hâle dönüştürüyoruz. Ancak sevindiricidir ki, ayrılırken işi tatlıya bağladık ve helalleşerek ayrıldık. Bir gün anlaşılırım belki yerine anlaşılmayı beklemeyen olmalıyım. İyi veya kötü, insanlardan hiçbir şey bekleme. Allah’tan bekle, ne bekleyeceksen. O zaman anlaşıldığını göreceksin.