Kapın çalınıyor. Açıyorsun, bir misafirle karşılaşıyorsun! O karşılaştığın misafire, ‘İçeri gir! Buyur!’ demez misin? Hele sevdiğin biriyse, gelen bir Allah dostuysa, kapın her daim açıktır ona, öyle değil mi?’ Bizim aldığımız terbiyenin gereği, ahlakımızın gereği, âdetlerimizin gereğidir, buyur demek! Kendinizi bir sınav edin, sen olsan, ‘Buyur demeyecek misin?’ Bazen hastane de, Kemoterapi aldığım zamanlarda, Koordinatör, Dostum Mustafa Abay’la bazı kısa konuşmalar yaparız, bazen bitirdiğimiz, bazen işi nedeniyle kesilen, yarım kalan konuşmalardan ben anında bir yazı oluştururum. ‘Buyur!’ sözcüğümden kısaca bahsedince, o da ‘Otobüs yolculuğunuzda hiç tanımadığınız biri yanınıza geldiğinde, ‘Buyur!’ deyip, yol göstermez misiniz? Tanışıp, konuşmaz mısınız?’ deyince, çok seyahat yapan biri olarak, dedim ki, ‘Hem de ne buyur ederim.
İçten, gönülden! Öyle ki, otobüs yolculuğumda tanıştığım, nice arkadaşlarım olmuştur. Biletini almış, koltuk komşun gelmiş, buyur denilmez mi?’ Koptum yine! Konumuza dönelim. Ben, hastalığımı soranlara, şöyle bir izahatta bulunuyorum. Misafir kabul ettim. Baktım ki, hem bu misafir bildiğimiz birkaç saatlik, bir günlük veya 3 günlük bir misafir değil! Allah’ın bana biçtiği ömrümün sonuna kadar benle birlikte olacak bir misafir. Gidici, bir misafir olmadığını anlayınca, oturdum, kendisiyle konuştum, anlaştım. “Gel elimi tut! Hatta dur, koluna gireyim, gideceğimiz yerlere birlikte gidelim, yürüyeceksek beraber yürüyelim, şu 3 günlük yalancı dünya da birbirimizi incitmeyelim.” dedim. Bir baktım ki, o benden önce koluma girmiş. Sıcaklığını, şefkatini, merhametini ve samimiyetini o an hissettim.
Birlikte her zorluğu aşacağız, der gibiydi. Anladım ki, bu misafir, benim ömrümün sonuna kadar birlikte yaşayacağım arkadaşım. Zorluğu aşacağız veya aşamayacağız, orası Allah’ın bileceği bir şey! Ancak şu bir gerçek ki, Allah’ın bana biçtiği ömür süresi boyunca, arkadaşımla beraber olacağım. Bunu söylerken, çaresiz veya dermansız bir hastalığa düştüğümde anlaşılmasın. Yazımdaki ifadelerimden sakın şikâyetçi olduğum sanılmasın. Birileri ne demek istediğimi anlıyorduysa da, birileri de ümitsizliğe kapıldığımı sanıyor. Onlar inancımın kuvvetli olduğunu bilmiyordu, sanırım. Bilenler, ‘Sen inançlı birisin. Bu hastalığı yeneceğinden şüphem yok, atlatacaksın.’ diyordu. Bense, ‘Her şeyin Allah’tan geldiğine, O müsaade ederse geçeceğine, etmezse sabredeceğimize, inandığımı, sözde, öz de, kalben, Amentüyü kayıtsız, şartsız tasdik ettiğimi…’ izaha çalışırım.
Beni anlayanlar yani beni bilenler ‘Sesin çok iyi geliyor!’ diyor, motiveden de geri durmuyorlar. Sesimi de, sessizliğimi de güzel yorumlayanlar var. Bir düşünür der ki, “Anlamak isteyen sesinden de anlar, sessizliğinden de!” Bu sözü okuyana kadar, sesimin iyi geldiğini söyleyen birkaç kişiye, ‘Nereden anladın? Davulun sesi de uzaktan hoş gelirmiş!’ dediğim oldu ama anladım ki onlar beni iyi görmek istediklerinden öyle diyorlar ve gerçekten anlamak isteyenin sesten ve sessizlikten dostunun serzenişini anlayacağına inanıyorum. Bilenlere misafirin bazı uhrevi özelliklerinden bahsetmeye çalışırım. Onunla yaşamaya alışmam gerektiğini, onun bir müjde olduğunu, bilene hediye, hatta bir ikram olduğunu anlatırım.
Anlatırım da, onu idrakten yoksunsa, ne misafiri canım, bu kadar uzun vadeli misafir mi, olur, misafirlik üç gündür, derse, ne diyeceksin. O senin gibi misafir olarak bakmıyor, hastalık olarak bakıyor. O kadar insan varken, seni mi, buldu? Başkalarına gitsin, misafir olsun, diyor. Biri de, hayat görüşü olarak bakıyor. Sen, yeneceksin. Sen güçlüsün. Git, hayatını yaşa! Sakın gevşeme! Bıraktığın yerden devam et!’ diyor. Yazgıyı değiştirmeye çalışıyor sanki! Hayat dediğin, kısacık bir ömür değil mi? Bu hayatı seçersem, asıl ebedi hayattan olurum. Benim aşkım ebedi olandan yana, hemen bir ihtar alıyorum, içimdeki ses diyor ki, ‘Gönlündeki aşkı senden mi sanıyorsun?’ Bizim insana bakışımızda, hayata bakışımızda ve de dünya ya bakışımızda, kine nefrete yer yok! Der ki, Bediüzzaman, “Görebilirsek dünya; nefrete değil, aşka layıktır.” Dünyayı istemeyenlere bir şamardır bu söz! Sözü diyenin demek istediğinde belki kasıt yok ama sana Allah bu dünya Ahiretin tarlasıdır, demiş. Seni bu dünyaya halife olarak göndermiş. Öncesinde dağların, denizlerin, göklerin ve senin haricindeki yarattığı bütün canlıların üstlenmediği halifelikle sorumluluğu almışsın, şimdi bu tavrın anlamı ne? Dünyaya değer verme, asılma, tutunma, ahiretin tarlası olan dünyaya bağlanma ama ekip biç ki, ahireti kazanasın.
Dünyanın varlığı, seni varlık aşkıyla yanıp, tutuşturmasın. Nefretle de bakma dünyaya! Görebilirsek dünya; nefrete değil, aşka layıktır. Ne güzel demiş Mevlana: “Değer verdiğin şey, layık olanda ‘İncili Kaftan’ layık olmayanda ‘Yamalı Fistan’ gibi durur.” Bu sözle biraz ferahlıyor, Mevlana’nın bir başka deyişine rastlıyorum. Hemen ‘Buyur!’ diyorum. O dediğini duyuyor ve her dediğine harfiyen uyuyorum, “Her şeye canını sıkma ey gönül.
Ne bu dertler kalıcı, ne de bu ömür.” ‘Buyur demeyecek misin?’ yazımı burada noktalıyorum.