Her hastalık için kullanmak yanlış olur belki ama bizim insanımız hastalıklara karşı çok duygusal ancak şu kesin bir gerçek toplumda kanser algısı insana direkt ölümü hatırlatıyor. Hasta olanı değilse bile hastalığını öğrenen yakın kişi veya kişiler hastanın adına ölümle irtibata geçiyorlar. Burada şu hemen hatırıma geliyor. Ölüm sadece hastalar için mi hatırlanması gereken bir şey yoksa herkes her an ölümü hatırlamalı mı? Ben kanser olduğumu öğrendiğimde bazı dış etkilerinde tesiriyle ve hem içimden gelen ürkütücü etkilerle ölüme yaklaştığımı hatırladım. Ölüm o zaman aklıma ciddi ciddi girdi. Bana yaklaşan ölümle ilk okuduğum eser ‘Farzet ki öldün!’ olmuştu.
Ölümle burun buruna gibiyim. Ensemde veya nefes alışverişimde, ben öleceğim, diyorum. Borcum ve alacaklarım hatırıma geliyor. Hepsi şu ajanda da yazıyor, diyorum. Eşime defterin yerini gösteriyorum. Kimi büyük alacakları mizana saklıyorum. Onlar da en azından kefaret olsun, diye düşünüyorum. Ölümle burun buruna gelince, nefes darlığı yaşıyor insan! O güne kadar bol keseden aldığın, kullandığın havayı alıp veremiyorsun. Göğsüme bir şey saplanmış gibi hissediyorum. Bir daha o ölümcül hastalığa gidiyorum: Kanser ve ölüm. Uçurumun ucundasın, otomobilinin içindesin ve kapıyı açsan, ufak bir kımıldasan, otomobil ve sen aşağıya uçacaksın. O gün, nefesin ne demek olduğunu anlıyorsun. Soluk soluğa kalıyorsun, nefesini tutuyorsun, içinden, biri veya birileri görsün de, seni kurtarsın, diyorsun. O güne kadar yaşanan yüzlerce trafik kazaları hatırına gelmemiştir bile şimdi sen yaşıyorsun ya, tehlikeyi bizzat yaşamak farklı bir şey olsa gerek!
İşte o an ‘Farz et ki, öldün’ diye bir nida ve sen kımıldamamak için kendini zor tutuyorsun, sese yönelemiyorsun. Kanser olup, yendim diyenler var. Kanser değilim, gribim, diyenler var. Kanser sana güle güle diyenler var. Atlatmış gibi görünüyor. Eskisinden fazla hayata bağlanmış. Hiç dünya işlerinden uzaklaşmamış gibi! Ara vermemiş! O da, öncesinde hayattan koptuğunu söylüyor, sonra toparlandım, diyor. Hatırladığı ölümden uzaklaşmış sanki! Ölüm hepimiz için diyor ama henüz yaşamalıyım, diyor. Ölümün hayatın bir gerçeği olduğunu ne zaman öğreneceğiz. Ölümsüz her yaşadığımız gün bizim için bir kayıp ve bu kayba kayıtsız kalıyoruz maalesef! Acaba ölümler kolaylaştığından mı, bu kayıtsızlığımız? Gün olmuyor ki, bir uçak düşmesin veya bir otobüs, bir traktör devrilmesin, bir tren çarpışmasın. Ya savaşlarda kaybettiklerimiz. Üzerlerine varil bombası atılan kadın, çocuk ve yaşlıların ölümleri saniyelik önümüzden geçen bir slayt gibi! Kimimiz normal bir habere bakar gibi bakıyoruz, kimimiz de sıkılıp kapatıyoruz. Diyeceğim şuydu, ölümler ucuzladı sanki o nedenle kayıplara aldırmıyoruz. Eskiden yatak ölümü çok olurdu. Hastanın başında beklenirdi, dualar okunurdu, Kur’an okunurdu, ölüm ailece yaşanırdı hatta yakınları tarafından ve de konu komşu tarafından bizzat gözlemlenirdi. Mesela çocukken ölümüne şahit olduğum dedem, nenem, amcam ve teyzemin can verişleri, gözlerini kapatışları ve sabaha kadar odada uyur gibi yatışlarıyla hâlâ birlikteyim. Açık kalan gözlerin bir yakını tarafından elle kapatılışını, çenesinin bağlanışını unutamıyorum. Ölümü yaşayan insanlar, ölüme karşı lakayt duramaz. Eskiler o yüzdendir ki, hep Allah’tan ‘Yatak ölümü’ isterlerdi. Bir de, önemine binaen şu meseleye değineceğim. Ölmenin bir kavuşmak olduğunu, Allah’a giden yolculuğu istemeyi yani arzulamayı canı gönülden düşünmeliyiz. ‘Kanseri yendim’ diyenlerde, bu isteksizliği, ölümden kaçışı, gitmemek için diretişi seziyorum. Ölmeden ölmekte var ama bizler ölmeden ölmek yerine ölümü içimize gömmeyi, tercih ediyoruz. Orada bir yerde dur şimdi ‘Ben tam da kanseri yenmişken, ağzımın tadını kaçırma, ‘ölüm’ canımı sıkma! Git öteye!’ diyoruz. Bu kanser hastalarının, hastalığı yendikten sonraki arzu ve istekleri; bir de, hasta olmayan, hastalığı duyunca onun adına ölümle irtibata geçenler var. Oysa niceleri böyle düşünürken, bir bakıyorsun ki, kanser hastasından önce ölüyor. Ardında kalana hatırlattığında, ‘He ya! Haklısın. Daha dün sağdı, sapsağlamdı, bir hastalığı filan yoktu. Bir anda ölmüş!’ dediğini duyuyorum. Geçenlerde karşılaştığımız, dün telefonla konuştuğumuz, 2 saat önce birlikte olduğumuz, nice yakınlarımızı ani bir ölümle kaybetmişizdir. Bir haber vere vere gelen ölüm var, bir de habersiz gelen ölüm var. Otomobilin direksiyonundasın. 110 kilometrelik sürat yapman gereken yolda, 150’yle gidiyorsun. Kazaya davetiye çıkarmışsın, o kaza elzem oluyor. Ölüm ve ölümler! Sen tedbirlisin. Ustasın. Kurallara uyuyorsun, süratten kaçıyorsun. Yoluna devam ederken karşı şeritten bir araç fırlıyor, sana gelip çarpıyor. Ölüm ve ölümler! Her iki ölümde kaderimizdir. Biri yola kaptırıyor kendini, ölüme koşarak gidiyor; diğeri, yoldan çıkıp, ters istikamette seninle çarpışan ve ölmene sebep olan habersiz gelen ölümdür ki, o da onun kaderidir. Kaderden kaçamayız. Deprem oluyor. Aynı binadan 15-20 saat ve hatta daha uzun zaman sonra sağ çıkarılan insanlarda oluyor, depremin olduğu saniye can verende oluyor. Vadesi dolmuş, deprem sebep ama bu demek değil ki, tedbirsizlikleri görmezden gelelim. O halde çıkacak sonuç: Kanserde, bir trafik kazası ve meydana gelen ölüm kadar kaderdir. Tedbirin al ama takdiri Allah’a bırak. Bil ki, kanser kadar ölümde hak!