NEYİ, NİÇİN, NEDEN SORGULARIZ?
“Hayat bazen; otobüsün sol camından etrafı izlerken, sağ camından kaçırdıklarımızdan ibarettir. Mustafa Süzen, ‘Türlü Çeşitli.’
NEYİ, NİÇİN, NEDEN SORGULARIZ?
Sorgulama, bir olayın tam manasıyla açıklığa kavuşması için yapılır. Bir nevi incelemedir. Tetkiktir. Sorgulama, derinlemesine yapılan araştırmaların sonunda; neyi, neden, niçin sorguladığımızı cevaplar. Cevaplar, kendiliğinden zincirleme sıraya dizilir. Çözmek istediğiniz iş kolaylaşır. Hemen her şey araştırma neticesinde ortaya çıkar. Meselenin, karanlık yanı aydınlanır. İçiniz rahat eder.
Karanlıkta kalan her şey gün yüzüne çıkar. Ne var ki, neyi, niçin ve neden sorguladığımız çok önemli! Bilmeden, cahilce yapılan her araştırma insanı çıkmaza sürükler. Bilgisizlik kötüdür. Bilmeyen insan, bunu bilemez. Bilmeyen aslında bilenden fazla rahattır. Onun bilmek ve bildiğini de birilerine aktarmak gibi bir endişesi yoktur. O aklının estiği gibi gelişi güzel konuşur. Bilmeyen, bilmediğini bilmesinler diye biliyormuş gibi konuşur. Onu dinleyen birkaç kişi de, ne güzel şeyler biliyorsun, sen ne bilgili bir adamsın, ne de güzel konuşuyorsun, anlattıkların beni çok etkiledi, dediklerinde; o, daha bir biliyor edasına bürünür. Onun o yanlış bilgileri, bazı zavallılar tarafından birilerine doğru gibi aktarılır. Bir bakarsınız doğru sözlermiş gibi konuşuluyor. Bilen, bildiklerinin yükü altında terler. Onları taşıdığı müddet zarfında o kendisini bu bilgileri birilerine vermekle sorumlu sayar, bildiklerini veremediği her zaman diliminde kendini sorgular.
O sorgudan mesul tutar. Bilmeyen neye yansın, bilenin canı yanar. Sorumluluk, sorumlu kişinin hayatı sorgulamasına sebep olur. Bilgisiz, böyle bir sorgulama yapmaz. Yaparsa bilir ki, keyfi kaçar. Şimdi gelelim, neyi, niçin, neden sorgulayacağımıza? Neyi sorguluyoruz? Hayatın kendisini mi, kendi hayatımızı mı sorguluyoruz? Hayatın sorgulanır veya kendin sorgulayabilirsin ama hayat sorgulanır mı? Çizilmiş çizgi oyunu vardır ya, o çizgilerin içinde tek ayakla çizgilere değmeden zıplamak gibi bir şey hayat dediğimiz şey! O çizginin içinden dışarı çıktığında veya çizgi üstüne değdiğinde yanarsın. Hayatta öyle bir şey gibi! Çizilen çizgilerin var ve o çizgilerin dışına çıktığın an, hem hayatını zora sokarsın ve hem de birilerinin hayatını zora sokarsın. İnsan hayatını sorgulamalı ve hem de bunu her gece uyumadan yapmalı ve şu esasa uymalı! ‘Ben bugün Allah için ne yaptım?’ veya ‘Bugünüm dünle aynı olmamalı! Dünden bir adım önde olmalı!
Aynıysa endişe duymalı!’ sorgusundan endişesiz çıkabiliyorsa ne mutlu! Ancak sorgulama süreklilik ister. Bu yeterli deyip, yarınki hayatına bir şey eklemez ve sorgulamayı bırakırsa, yaşamında tehlike çanları çalar. İnsan çevresini, arkadaşlarını, kendisine yakın olanları da sorgulamalı! Yalnız hayatında bir veya iki defa karşılaştığın ve kısa bir sohbetin olduğu, müşterek tanıdığın biriyle ilgili size söylediği ve de istersen kendisine de söyleyebilirsin, dediği bir sözden sonra o kişiyi sorgulamaya alırsan, vatandaşlık görevini kötüye kullanmış olursun. Kendi kendimize ‘polis’ süsü vermenin bir anlamı da yok! Neyse o kişiyle tekrar karşılaştık. 50 veya 100 metre kadar müşterek yürüdüğümüz yolda bana yine o eski meseleyi açtı. Bunları konuşmasak, dedim. Yine de, aynı kişiyle ilgili aynı şeyleri konuştu ve bana döndü, ‘Ona dediklerimi söyledin mi?’ dedi. ‘Ben böyle şeylerle uğraşmam. Ne laf götürürüm, ne de laf getiririm.’ deyince, ‘Söylemeyeceğini biliyordum!’ dedi.
‘Söylemeyeceğimi biliyordunsa neden beni sorguluyorsun? O zaman bana neden sordun?’ dedim. Sustu. Kısacası insan, neyi, nerede, ne zaman soracağını pek bilmiyor? Açıkcası sorgulamayı bile bilmiyor. Ondan sonra da yaptığı tahribat bir insanı kırıyor. Yakıp geçiyorsun. İnsanı kırmak, onun gönlünü yangın yerine çevirmek, kendi kendini ateşe vermen demektir. Yangın deyince, aklıma geldi. Dost birinin sohbetindeyim. Bir konuyu anlatırken, nasıl olduysa bu diyeceği olayla bir bağlantı kurdu ve anlattı, ‘Bizim mahallede Ali adında bir delikanlı var. Annesi, babası var. Yani sahipsiz değil! Ali, kendi hâlinde biri! Sessiz, sedasız! Kimseye karışmaz, kimseyle konuşmaz. Konuşsa da, kendi kendine konuşur. Buna bazen çocuklar laf atar. Bazen taşlarlar. O yine de çocuklara karışmaz ama büyükler, esnaflar, kocaman kocaman adamlar bunu kızdırmaya çalışırlar. Ali susar. Ta ki, ‘Ali Antalya yanıyor!’ denilinceye kadar, bu söz söylendiği an, Ali çılgına döner.
Eline geçirdiği taşları, esnafa fırlatır. Bu arada sakinleştirilinceye kadar birkaç dükkân camı kırılır. Taştan nasibini alan, hafif yaralananlar olur. Yine birkaç gün sonra hiçbir şey olmamış gibi, Ali’yi kızdırmaya devam ederler. ‘Ali, Antalya yanıyor!’ Niye bu yapılan yanlışı insanlar sorgulamazlar? Ali, kendi hâlinde biri, neden onu kızdırırlar? Sonra Ali, Antalya’yı bile bilmez. Acaba niye ‘Ali Antalya yanıyor!’ denildiği an, Ali çıldırıyor? Ali’yi kızdırmak yerine, bir dost gibi yaklaşılsa, ona ikramlarda bulunulsa, Ali’yle sohbet edilmeye çalışılsa, onun yangın yerine dönen gönlüne derman olunsa, daha iyi olmaz mı? İnsanlar, zor sorulardan hep kaçar. İrdelemek, sorgulamak, öğrenmek istemez. Gerçeklerden kaçar. Durup dururken ben niye yanayım? O yanıyor ya, kendisinin de yanmasından korkuyor. Başkalarını sorgulamadan önce kendini sorgulasana! Neyi, niçin, neden sorguladığımızın cevabını o zaman belki buluruz.